Dumanı Üstünde Adana – 2
22.02.2015, Radikal
Adanalılar haliyle kebaba doymuş, günlük hayatlarının bir parçası o. Yemekten çok bir kültür. Tablalarda veya evde yeniyor genellikle. Adana’da bile güvendikleri kebapçılardan kebap yiyor şehirliler, zira son zamanlarda alınan göçlerin de etkisiyle, herkes kebap işine soyunmuş, et işi karışmış. Kebapların içinden her türlü et çıkar olmuş. Durum böyle olunca bir kişiye değil, tanıştığım herkese sormak farz oluyor nerede kebap yediklerini.
İyi bir kıyma kebabı, yani Adana kebabı, 1- 2 yaş arası erkek koyun etinin elle, zırh ile iri şekilde kıyılması ile elde ediliyor. Tuz, kırmızı biber olacak içinde. Çatal değdi mi dağılacak, bir lokma ağzına attığın zaman etin ve kuyruk yağının o muhteşem tadını damağında hissedeceksin. Kebap pidesinin içine koyup, dürüp ısırdığında ise yağı damlayacak tabağa. Öyle pidenin içini de zerzevatla doldurmayacaksın, az sumaklı soğan, bir parça da közde pişmiş biber koyacaksın. Etin tadını kesmeyecek soğan ve sumak, etin tadını yukarı çekecek, biber ile pide ise ağzında eriyecek.
2.5 gün içinde 4 farklı yerde ciğer, 4 farklı yerde de kıyma tattım. Kebapçı Erdem Usta’da yediğim ciğer dürüm ve pidenin tadı baskın çıktı, kıymada ise Birbiçer ve Kebapçı Mesut. Salatalarda ise Birbiçer ve Ciğerci Mahmut fark attı.
Tabii domates mevsimi olmamasından dolayı ezmeler de közde domatesler de normal halinden tatsızdı, ama kebabın yanında onlar da sunulmazsa olmuyor.
Balıkçılar Çarşısı’nı geçip, Kasaplar Çarşısı’nın girişine yakın İçenbilir Hacının Şalgamı’nda günün ben diyeyim üçüncü, siz diyin beşinci şalgamını içiyoruz. Hacının şalgamı diğer içtiklerimize göre daha asidi düşük ve yumuşak bir içime sahip.
Bir de su böreği var. Her köşede, seyyar satıcılarda, pastanelerde, her yerde su böreği. Sabah kahvaltıda kelle paça, çürük, mercimek çorbaları içmiyorsa Adanalı, su böreği yiyor. Erkenden şehri saran börekçiler, börekleri bitene kadar ortalardalar, sonra yok oluyorlar. Öyle ki, şehir dışına çıkarken bile beş metrede bir su böreği tezgahı kurulu yol boyunca. Hamur, kuzu, ciğer, şalgam mühim.
Her şehirde olduğu gibi Adana evlerinde de en güzel yemekler pişiyor. Çarşıda yenen yemekler bir yana, esas evlerde yenen yemekler beni daha çok cezbediyor. Darısı başıma…
Tabi bunlardan ibaret değil Adana, güzel bir şehir, bir önceki yazımda yazdığım gibi, her ne kadar komşu vilayetler gibi turizm için henüz geliştirilmese de.
Eski şehir merkezinden çıkıp Atatürk Bulvarı’ndan tren garına kadar yürüyoruz. Yolumuzun üzerinde karşımıza Abidin Dino Sanat Parkı çıkıyor. Abidin Dino, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal’in bir masa başına oturmuş bronz heykelleri karşılıyor bizi, kuş sesleri, dev bir manolya ağacı ve portakal kokularını arasında.
Apartmanlar, temiz sokaklar, parklar iç açıyor. Tren garı ise sarıya boyanmış, vızır vızır işliyor. Ne özlemişim çalışan tren garını. Atlayıp Elazığ’a gidesimiz geliyor, 12 saatmiş hem, ne güzeldir yollar diye düşünüyorum.
Dönüşümüzü ise Ziyapaşa Bulvarı’ndan yapıyoruz. Adana’nın Bağdat caddesi desem herhalde yerinde bir benzetme olur. Mağazalar, cafeler var binaların altında. Bahçe içindeki, eski Adana evlerinden ise tek tük kalmış. Parklar pırıl pırıl, bir o kadar da çok. O parklara bakan bir evde yaşayabilir miydik diye düşünüyoruz o an, her beğendiğimiz şehirde bir kere kurduğumuz cümledir bu. Çiçekler, çimenler, yaşını almış ağaçlar ve huzur veren bu peyzaj mimarisi içimizi açıyor gri hava karşısında. Tabii en büyük park, şehri kucaklayan Merkez Park.
Bir günlüğüne araba kiralayıp, Kastabala’ya doğru yola çıkıyoruz. Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nın, Perge’den sonra sütunları dikmek için kolları sıvadığı ikinci sorumlu projesi olan Kastabala’ya gidiyoruz. Hava ışıl ışıl, ekinler yemyeşil, önümüzde tüm haşmetiyle Toroslar. Osmaniye’ye dönünce havayı yerfıstığı kokusu sarıyor. Sağlı sollu yer fıstığı fabrikalarının arasından geçiyoruz, kendimize Erciyes Kuruyemiş’ten kavrulmuş fıstık almayı hatırlatarak.
Kastabala yazın kazılmaya devam ediyor, gördüğümüz ise, tepede kalesi, biraz kazılmış sütünlü yolu, ileride kazı alanından ise koyun çıngıraklarının sesi duyuluyor, etraf yemyeşil, Adana’da bahar….
Öğle yemeğine tekrar Adana’ya geliyor ve bu sefer de ters istikamete Varda Köprüsü’ne doğru yol alıyoruz. Toroslar’a daha da yaklaşarak, kanyonları, dağları geçerek nerede burası ama derken, yol tam üstüne çıkıyor Varda’nın. Arabayı durdurup biraz yürüdüğümüzde ise tüm heybetiyle bizi karşılıyor Varda. ayaklarının dibi görünmüyor neredeyse. Bu kadar etkilenmeyi beklemeyen bizleri saçma sapan turistik fotolar çekiyoruz. Köprünün bir otarafına bir bu tarafına derken, Skyfall’daki sahnenin çekildiği açıyı keşfediyoruz, ama bizden önce keşfeden bir girişimci o en güzel manzaranın olduğu yere oldukça çirkin bir mekan konumlandırmış, inşaatı bitmemiş henüz. Bu manzaraya karşı kahve ve çay satarak köşeyi dönecek sanırım. Bu tür yerlerde inşaat izinlerinin belli standartları olmalı ama, ama kime…
27 Mart’ta 17. Devlet Tiyatroları Sabancı Uluslararası Tiyatro Festivali’nin açılışı yapılacak. Geçen senelerdeki fotoğraflara bakılırsa, Seyhan Nehri üzerinde yapılan bu açılış tam bir görsel şölen, tabii onu takip eden tiyatro festivali de. Arkadaşlarım Adana’nın tam bir Avrupa festivali havasına büründüğünü söylüyorlar. Kaçırmamak gerek.
Adana, bana iyi geliyor. Haşlama içli köfte sözü var hem Adana’nın bana.