koca bir yaz geçti. güzeldi az sıcaktı, en mutlu eden tarafı da eylül takip etti onu. yazdan akılda değişik şeyler kaldı. en akılda kalan ve en anlamlandıramadığım ise, meyve ağaçlarının kaderi…
oturduğum semtte, kadıköy, bağdat caddesi civarında sokaklarda meyve ağaçları yediveren şeklindeydi. dalları ağırlıktan eğilmişti kaldırıma doğru, kaldırımlar da meyveden nasibini almış, kara lekeler kaplamıştı üzerlerini. arada hoplayarak geçilmesi ya da yola inilmesi gereken manzaralar da cabası.
benim tek derdim, o ağaçlardaki o güzelim meyveleri toplayan olmamasıydı, armut, dut, sarı erik, mürdüm eriği, bir iki çeşit erik daha, elma ve gene dut aklımda kalanlar. birtek ağaçlarda kalmayan yeşil erikti. o da, zavallım ağaçların hali de kalmamasından belli, hunharca ağaçlara dalınmış sokaktan geçen, mahallenin olmayan çocukları tarafından.
yan apartmanın sarı eriklerine az da olsa ulaşabildim. ağaca çıkamadığım ve dutu silkelemeye gözüm yemediği için yiyemedim, toplayamadım ama ya diğer sokaklardakiler… neden apartman sakinleri toplamamıştı o meyveleri? çarşıdan, manavdan, marketten, pazardan para ile alıyorduk oysa. ama ya bahçedeki meyveler? en çok onlara üzüldüm. bizler yiyelim diye büyümüş, kendi hallerinde olgunlaşmış, dalında çürümüş veya rüzgar savurmuş… sonuç kendini yerde ayak altında bulmuş.
o kadar uzaklaştık mı doğadan? meyveyi ağacında görmeye de mi o kadar uzaklaştık? meyveyi pakette yetişir sanmaya mı başladık? yoksa üstümüz kirlenir diye mi derdimiz? yoksa umurumuzda mı değil. cevap beklemiyorum. ne olur ki, ağaç işte. arabayı kirletirse keseriz, olur biter…
sevmiyorsak bile, apartman görevlisine toplatsak o meyveleri, eğer biz yapamıyorsak, sonra dağıtsak konu komşuya, hadi bunu da geçtim, apartman görevlisi yese ailesiyle… ne olur? ne olacak, mis gibi olur. ağaca elimiz değimiş olur, kendi kopardığımız meyvenin tadının ne kadar güzel olduğunu hatırlarız… hadi bizi geçtim, o apartmanın çocukları nerde? onlar toplasa, yese, keyfini sürse…