Pazardan eli boş dönmenin tek yolu fotoğraf çekmeye gitmek sanmıştım, yanılmışım. Yanılacağımı bile bile zaten bez torbalarımı almış ve çantama tıkıştırmıştım.
Bizim pazarcılar pek bir seviyorlar kamerayı doğrusu. Boynumda fotoğraf makinesini görenler değişik seslenişlerle kovaladı beni. “Abla beni de çek, abla bizi çeksene, hiişşşt kız çek böyle yakışıklı olsun- tabii yedi azarı benden – abla, pişt baksana ve daha niceleri.
Bahar yaklaşmış pazara, yeşiller daha bir yeşil olmuş, otlar çoğalıp, çiçekçiler çıkmaya başlamış, mayolar bikiniler satışta… Teyzeler, nineler, dedeler, amcalar azalmış; gençler, çocuklar çoğalmış. Ne yalan söyleyeyim, biraz hayal kırıklığına uğradım. Köylüler azalmış, şehirliler çoğalmış. Kaçınılmaz gelişmeler bizi pazarda da yakalamış. Bağırışlar, yakarışlar değişikliğini insanına göre koruyor, içlerinden bir tanesi; “Yanıyorum yanıyorum, alev alev yanıyorum” diye bağıran bir simit satıcısı, akşamüstü gelen simitlerini bitirmeye uğraşıyor, gülümseterek beni…
Pazar, buram buram taze sarımsak kokuyor, içime çekiyor ve dolaşmaya devam ediyorum. Köylü ninelerle sohbet ediyorum, kim bilir bir daha belki görüşemeyiz diye. Tezgâhları kuzukulağı, ebe gömeci, hardal otu, ısırgan, maydanoz dolu. Gülümseyerek biraz da utanarak poz veriyorlar, laf atıyorum; pazarın en güzelleri diye…
Bir balıkçının tezgâhında mürekkep ve kalamarları görünce esir oluyor ve burnuma kokuları gelirken acaba nasıl pişirsem diye düşünmeden edemiyorum, oysa daha parasını bile ödemedim. Balıkçı kararlı hepsini bana satacak, mürekkep her zaman olmuyor, bak sen al bunların hepsini… Pazar pazar dolaşıyorlarmış, dükkânları yokmuş, inşallah yakında diyorlar, iki genç de tutturuyor, tezgâhı ve bizi çek diye, sohbet ettiğim patron girmek istemiyor kareye.
Trabzon ekmeği satıcısı, yurdunun denizi derin mavi gözlü, yanındaki tezgâhta ise, yüzüne nur inmiş bir süpürgeci dede. Önce ekmeğimi alıyor, sonra dayanamayıp soruyorum dedeye, kalmadı süpürgeci artık diyorum, bunlar modern kızım, eskilerinden yok artık diyor, soruyor, nerede okuyorsun diye. Üniversiteyi bitireli yıllar olduğuna göre bu bir iltifat tabii, yok diyorum çok oldu bitireli, nerde çalışıyorsun diyor. Şu an çalışmıyorum diye kestirip atıyorum, ama hata ettiğimi hemen anlıyorum, başlıyorlar serzenişe, o kadar okumuşsun neden çalışmıyorsun diye izin ver amcacım, 10 gün oldu işi bırakalı, 15 yıldır aralıksız çalışıyorum diye, o zaman kabul görüyorum, hatta takılıyorum, biraz da kocam baksın, gülüşüyoruz, baksın tabii bizimkiler hiç çalışmıyor. Köylerden göçerken, köylerdeki çalışma adetleri de kentleşmiş, köyde çalışan kadınımız, kentte ev hanımı oluvermiş.
Sarı, beyaz tentelerin yer yer aydınlattığı, yer yer kararttığı yollarda dolaşmaya devam ediyorum. Bir rulo filmin daha var nasıl olsa. Baharatçılar, peynir karavanası, limoncu, küfeci… Renkli bizim insanımız pazarlarda.
Yurtdışındaki pazarlara, açık hava semt marketlerine benzemeyen bir yanı; yurtdışında kimsenin sesi çıkmaz, burada bizimkiler ses hızını delecek sanki. Bağırmasalar ne olacak? Bilmiyorum, çok mu sessiz olurdu acaba, ama bu kadar keyifli olur muydu, o da bir muamma.
Pazarın sarımsak kokularıyla daha da bir acıkan karnımı doyurmak için ayrılıyorum, Kadıköy balık pazarına doğru…