Karşı koya yüzebildim gene, nefesim iki günde yerine geldi.
Annemin tatlı sesi ile uyanıp, kendimi buz gibi denizin sularına bıraktım.
Güneşlenmeyi sevmem ben, denize girer eve döner, kocaman bir kahveden sonra, bahçe, kitap, sonra öğlene doğru kahvaltı ederiz.
Bugün bir değişiklik olarak bizim sitenin arkasında yaşayan Bodrum’un yerlisi Muhammed çilek getirmiş, sabah toplayıp, onun inanılmaz çileklerinden almaya çıktım. Ben çok çilekçi değilimdir, ama bu çilekleri tarif etmek zor, içleri kan kırmızı, ısırınca suyu üzerine akacak neredeyse, parıl parıl parlıyorlar. Kokuları ile bütün dolabı fethettiler.
Gübresiz, ilaçsız, özene bezene büyütülmüş, alanlardan da o saygıyı bekleyen soylu şeyler.
Akşama iki kişiye iki ahtapot bacağı, kekikli zeytinyağında kızarmış, yanına iki fırında üzeri nar gibi kızarmış, közlenmiş ve içine değişik bir harç doldurulmuş patlıcan, bol taze soğanlı rokalı nar ekşili salata, rakı mı içeriz, bilemeyeceğim…