denizin kenarında içilen şişelerce tuborg malttan, yenilen kilolarca tazecik soyulup zeytinyağında kızartılmış patates, sahilde toplam on kişiden ikisi olmak, gece 10 demeden cırcır böcekleri sesi ile uykuya dalıp, sabah da horozların sesi ile uyanmak… ayva, üzüm, erik ağaçlarının altında fesleğen kokuları ile kahvaltı edip, önümüze ne konduysa silip süpürüp öğlen ise kalamar, ahtapot, daha da kalamar, kocaman tazecik salatalar yedik, esnaf lokantalarını da unutmadık.
kadife gibi bir denizde yüzdük hatta denizden çıkmadık, çıkınca da çakıllarda ayaklarımız yana yana hoplaya zıplaya şezlongumuza döndük… kesilmeden kitap okudum bir de, bence en önemlisi o! yakamozu da seyrettik, güneşi de batırdık… önüm deniz, yanım orman, yan koylar çam, dolandık durduk… şehirli, istanbul ile yaşayan ve 24 saat yaşayıp, uyurken bile beynimizi dinlerdiremediğimiz biz, gerçek bir tatil yaptık.
döner dönmez derslerim başladı, yeni öğrencilerim ile tanıştım, aşçı ve pastacı olmak isteyen yollarını mutfağa çeviren bu güzel insanlara az da olsa yol göstermeye çalıştım, sonsuz yolun kapılarını araladım, hepsi isterim ki çok başarılı olsunlar, ben de onların elinden lezzetli yemekler pastalar yiyeyim…
yemek turları olanca hızıyla sürerken, yeni seyahetler takvime işaretlenirken, en sevdiğim mevsime de yaklaştık… öyle ki ciğer pişti, ilk turşular yendi, dil bile haşlandı, soyuldu ve piştiği suda soğudu… caz festivali başladı, gene filmekimi kaçtı, bir de kahve çekirdeklerim bitti.