Küçücükken ananemle elele tutuşup, şarkılar söylerdik pazara giderken. Selanik göçmeni olan annemin ailesine büyük bir arsa verilmişti savaş sırasında. Büyükdedem savaş yıllarında lokantasında yemek yapıp fakirlere, yeni annelere dağıtırmış, annem anlatır. Ben ise Ankara’da Kolej’de okuduğum yıllarda sömestr ve yaz tatilini iple çekerdim, büyük arsası, iki tarafı meyve ağaçları dolu bahçe ile çevrilmiş, tüm Körfez’i kuşbakışı gören konağa, bahçeye kavuşmak için.
Hünnap, ayva, çeşit çeşit erik, yabani dut, beyaz dut, karadut, armut, malta eriği gibi meyveleri hep ağacından yemişimdir. Sabahları yumurtaları topladıktan sonra ise, çilek tarhına doğru süzülür ve kimseler görmeden iki üç çilek atardım ağzıma. Körfez’e inip, kıyıdan midye toplayıp, teneke üzerinde pişirir hemen yerdik. Midyelerin teneke üzerinde çıkardıkları sesler hala kulağımdadır. Ya eve gelen balıklar. Ya sakatat, paça, işkembe… Yazları bahçede kaynayan mısır kazanı.
Ben o zamanlar girdim mutfağa. Ananem elime iş tutuştururdu. Ben de o maharetli kadını mahçup etmeme adına elimden geleni ardıma koymazdım. Yerden bitme kuzinede sabahtan akşama kadar mum ışığı ateşinde paça çorbası kaynardı. Yazın sonuna doğru erikler kaynatılıp, tülbentlere dökülür, pestil olması için kurutulurdu. Kışın sobada sucuk, üzerinde kestane eksik olmazdı. Yazın ise kestane kokusunun yerini, çilek ve vişne reçelinin o yanık, iç gıcıklayıcı kokusu alırdı.
Ankara’da ise durum bununla paralel olsa da, tat olarak farklıydı. Bıldırcın yenirdi, annem ustaydı onları pişirmek konusunda. Ankara’yı deniz mahsulünden uzak sananlar ise çok yanılır, İstanbul’daki kadar hatta daha taze balık yerdik. Sırf balık mı; küçükken evde pişen ahtapotun, kalamarın, karidesin kilosu beş paraydı. Elmalı tartlar tüm apartmanı kokuturken, Kolej’de ise şehir efsanesi olmuştu. Tuba’nın annesinin elmalı turtaları. Zeytinyağımız ve zeytin teneke ile Ayvalık’tan bir otobüse verilip, otogardan alınırdı. Tokat’tan bez sucuk gelirdi. Amerikan pazardan alınmış viski evden eksik olmazdı. 1980’lerin başından bahsediyorum.
Sonra seyahatlerimiz… Ayvalık’tan Akdeniz’in sonuna kadar olan… annem ile başbaşa gezilerimizde tattım bir sürü güzel şeyi, restoranda yemek yemeği, masada oturmayı, sipariş vermeyi öğrendim. Altı yaşından beri yollardayım desem yerinde olur herhalde. Hep en iyi masa bizimdi, en çok ihtimam bize gösterilir, en taze ve en güzel yemek ise bize gelirdi. Ayrıcalığı hep hissederdim.
Ben İstanbul’a, annem de Bodrum’a taşınınca yeni bir pencere açıldı. Bodrum pazarı; Yalıkavak pazarı derken köyler de fethedildi, köylüler de, hatta minik takalı balıkçılar da.
İstanbul ise bir sonu olmayan hikâye. O kazan ben kepçe. Hırçın ve güzel İstanbul’un kimseye ona sahip olma ayrıcalığını verdiğini sanmıyorum.
Not: Bu yazım da Aujourd’hui la Turquie’de 2010 yılında yayınlanmıştır, gene vaktim varken yazmıştım… Hayatımızı idame ettirmekten öteye gider yemek. Kendisi hayat olur çıkar, başlığı ile…