Ben küçükken oldu her şey.
O zamanlar öğrendim; işkembeyi, paçayı, hünnabı, koruğu, bahçede odun ateşinde koca kazanda pişen mısırın tadını, pazara gitmeyi, mis gibi biber kokan biberleri, kasa kasa alınan Schweppes’lerin tadını…
Bahçemizde bulunan asırlık iki dut ağacını silkelemek için evimizin yanında bulunan evlerdeki ahaliyi çağırırdık. Sırrı dayımın ağaca çıktıktan sonra, türlü akrobasi hareketleri ile dalların üzerinde ilerlemesiyle, aşağıdan bu hareketlerini heyecan, korku ve hayranlıkla seyrederdik. Anneannemin, dikkat et, düşeceksin diye bağırmaları, aksi olan kardeşi Sırrı’nın ise bir şey olmaz, hadi, diye uzun sopasıyla dallara vurması dün gibi gözümün önünde.
Oysa nerden baksak 25 yıldan fazla oldu… O, dalları sallarken, biz ödlekler ordusu -bir avuç çoçuk ve mahalleli kadın- o koca brandanın altına girip, aklımızca dutlardan kaçardık, biz çoluk çocuk kısmı olarak devamlı çığlık atmaktan da kendimiz alıkoyamazdık… Buna rağmen kafamıza düşen dutların çıkarttığı ses, hatta elimizden kaçırdığımız brandanın ucu için anneannemden işittiğimiz tatlı azar, kulaklarımdadır hala. Tam bir curcuna!
Kurban bayramından önce alınan koyunu besler, ellerimden ot yedirirdim. Zavallı hayvancağız, bahçede bir yerlere bağlı olurdu ve bayramın ilk sabahı kasap ve hoca gelir, gözümün önünde keserlerdi o beslediğim koyunu. İlginç ama hiç üzüldüğümü hatırlamıyorum, şimdi seyredebilir miyim bilmiyorum bile. Sonra o etlerden anneannem kavurma yapar, konu komşuya dağıtır ve postunu da yıkayıp, kuruturdu. Evde her yerde yumuşacık beyaz koyun postları seriliydi.
Yaz aylarında, erik yiyeceğim ya, erik ağaçlarının üzerine çıkardım merdiven dayayıp -Sırrı dayımdan gördüm ya, oğlan çocuğu kopyası ben!- Bazen nedense inemezdim, bağırır, sesimi de duyuramazdım, bahçe büyük, ev uzak…
Arka büyük bahçede – ki bana hep ön bahçe gibi gelirdi- üzüm, armut, beyaz dut, mürdüm eriği, kırmızı erik, papaz eriği ağaçları, belime kadar gelen otlar vardı. Ön bahçede ise; elma, malta eriği, ayva, hünnap ağaçlarının yanı sıra çilek olurdu hep. Evin yanındaki alanda ise, devasa, asırlık dut ağaçları. Boyları iki buçuk katlı evimizin boyunu geçerdi.
Akşamları pencereme vururdu dalları, gölgeleri dans ederdi yatak odamın duvarlarında.
Sabah olunca bahçedeki koca kümesteki horozlar öterdi, taze yumurtalar toplanır, toruna yumurta hazırlanırdı. En korktuğum hayvan olmuştur hep horoz. Kedim Minnoş ve köpeğim Fındık vardı. Evin bahçesinin yola baktığı köşede kalan ıhlamur ağacı, mevsim geldiğinde bütün evi misler gibi kokuturdu. Kavakların dansını seyrederdim, kapının dışındaki ufak avluda otururken.
Anneannemin turşusu üzerine bir turşu yemedim. O minicik patlıcan dolmalarının tadını unutamam, etrafındaki kereviz saplarını tavşan gibi kırt kırt yer dururdum, en sevmediğim yeri ise yapraklarıydı kerevizin, kıtırdamazlardı çünkü. Yeşil domatesler kütür kütür olurdu, acurlar da. Büyük kalın cam kapaklı, cam kavanozlara kurulurdu turşular. Minicik kollarım dirseğime kadar turşu kokardı hep!. Reçeller kaynatılırdı. En sevdiğim ise, reçellerin köpüğünü kaşıkla toplayıp mideme indirmekti.
Mutfağımızda kısık ateşte bütün gün tıngırdayarak pişen paça çorbasının kokusu ve tadı hala damağımdadır. İşin aslı, anneannemin paça çorbasından sonra bir daha ağzıma paça çorbası koyamadım, korktum unutmaktan tadını o en güzelin. Aşure de yiyemedim bir daha gene aynı sebepten. Tat ve koku hafızam beni bağlıyor çocukluğuma.
Bir çocuğun yetişmesi için her ortam mevcuttu o evimizde. Yemek, bahçe, arkadaşlar, saklanacak bir sürü yer, anneanne, toruna alınan hediyeler ve sonsuz sevgi…
Büyüdüm, kocaman oldum ama kopamadım kafamdaki bu sıcacık anlardan. O kadar sıkı sarıldım ki onlara, düşünürken gözümü bile açmak istemiyorum bazen, kaçıp gitmesinler diye…